24 Şubat 2011 Perşembe

Türkiye'ye gideriken aldı da bir uçuk

Bu hafta top 10 listeme, Türkiye'ye dönüş için Mart'ın 20'sini gösteren uçak biletimin verdiği oylarla 1. sıradan giriş yapan konu, üst dudağımın sağ yanından ağrı göz kırpan uçuğum!

Yalnız önce müsadenizle kendisine bir çift lafım var, keza etmezsem gözüm açık giderim.
Bırak ulan peşimi!!! Naalet misin nesin?! Senelerdir caanım dudaklarımda işgal etmediğin milimetre kare kalmadı! 2 kuruşluk karizmamı yedin bitirdin, rezil ettin beni elaleme! Ya tamam herşeyi geçtim, bi kere de izin ver, salgın hastalık taşıyıcısı gibi değil de normal sağlıklı bi insan gibi ülkeme dönebileyim..

Bu sefer de bizimki zamanını şaşırmadı, dün akşam saatlerinde ufaktan baş vermeye başladı. Bir ümit, acaba dudağımı mı kestim(?), yanlışlıkla o tarafı mı yedim diye kendimi oyaladıysam da aslında yüzleşmeye korktuğum gerçek, bu sabah aynada suratıma kapı gibi çarptı.

Şimdi bu uçuk, tıptaki adıyla herpes simplex (iyi ki hiçbirimiz tıp terminolojisi kullanmıyoruz), yaşadığım herhangi bir duygunun yoğunluk seviyesinin normalin üstüne çıkmasıyla dudak üstü ve yakınlarında pırtlıyor. Yani allah kahretmesin ne adam akıllı sevinebiliyorum ne üzülebiliyorum ne de heyecanlanabiliyorum!!! Bi de bi geldi mi, en az 1 ay gitmek bilmiyor. Ne kadar mucizevi olduğu söylenen uçuk kremi varsa hepsini denedim, yine de bana mısın demiyor şerefsis!(Yalnız bu sefer öyle bir noktadan çıktı ki, sağdan bakınca inceden bi botoks havası var. Bu vesileyle "belki acaba günün birinde azcık yaptırsam mı ki?" başlıklı düşüncelerimin hepsini belleğimden silmiş bulunuyorum.)

Her seferinde Türkiye'ye gitmeden önce uçuk açılışıyla başlayan heyecan, paranoya, sevinç, hüzün fırtınası, bu sefer de son hız start aldı.
Şüphesiz en endişe veren bölümlerden biri, bavulu doğru ağırlıkta hazırlama kısmı. Hele ki benim gibi ecnebinin deyişiylen "keeper" mantalitesinde bir insansanız, üstüne üstlük bir de ekstra yüke para veremeyecek kadar cimriyseniz(ya resmen adam soyuyolar ama..), neyi almalıyım neyi bırakmalıyım kafasının ağırlığıyla, bavulun ağırlığı tuhaf bir orantıya sebep oluyor.
Bir tarafta annemin deyimiyle "çerçöp" anılaaaar(burda coşkun sabah vurgusu var), diğer tarafta ayakkabılar, sonra çantalar, makyaj malzemesi, bakım ürünleri.. derken o da neey?! Etti mi sana 20 kg! Bırakmak zorunda kaldığım her parça, içimde bir çocuk öldürüyor! Yok o kadar değil(?).. Ama arkadaş valla kalbim sıkışıyor yaa!!!
Tabii bu arada uzun yollarda gide gele tabiri caizse kaşarlanıp, en çok yükü en göze batmayan şekilde taşıma üstüne gerek çeşitli püf noktaları bulmak olsun, gerek pratik çözümler geliştirmek veyahut masum aldatmacalar üstüne kurulu sömürü yollarını denemek suretiyle çok şükür yarabbime onca havalimanından alnımın akıyla çıkmayı başardım.
Darısı bu seferkinin başına. Dileğim o gün gelene kadar uçuğumun gözden kaybolması... zira yüzüme değil de uçuğuma bakarak konuşan hosteslerden hiç haz etmiyorum. 



Gittim bi arkadaşın tavsiyesiyle belki bu sefer doğru krem budur, bir ömür mesut oluruz  diyerek bi krem aldım. Almaz olaydım. İçine alkolü öyle bir basmışlar ki, dudağıma kezzap döküyorum sanki.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Düşenin dostu olmaz!

Düşmek : 1.Yerçekiminin etkisiyle boşlukta, yukarıdan aşağıya inmek 2.Durduğu, bulunduğu, tutunduğu yerden ayrılarak veya dayanağını, dengesini yitirerek yukarıdan aşağıya inmek 3.Yere devrilmek, yere serilmek (favorim).
Konuya sözlük anlamlarıyla giriş yapayım dedim havalı olsun diye ama bu sefer de devamı nasıl olacak bunun diye 1 saattir ekrana bakıyorum. En sonunda durumu itiraf ederek okuyucumun samimiyetine güvenip, konuyu dağıtmak suretiyle yeni, tertemiz bir başlangıç yapabiliriz diye düşündüm. Yani halen de düşünüyorum aslında..

Bir önceki yazımda uzaylılar hakkındaki obsesifliğim az çok anlaşılmıştır diye tahmin ediyorum. Heh! Şimdi benim, aramızda insan kılığında dolaşan uzaylıları ayırt etme konusunda bir takım tekniklerim var. Bunların hepsini sizinle paylaşacak kadar akıl sağlığımı yitirmiş değilim henüz ama o tekniklerin içinde bir tanesi var ki, beni bugüne kadar hiç yanıltmadı! (yani yanıltmaz heralde..)

"İnsan dediğin düşene güler; gülmüyorsa insan değildir!" düşüncesinden yola çıkarak uzaylı bulacam derken, yıllar içinde düşme eylemi, düşen ve düşene gülen insanı gözlemleme konusunda apayrı bir saplantı edindim. (Hooop bunu da burdan bağlayıverdim hacıı!)

Düşen insana gülme şekilleri çeşitlidir. Bunlar arasında, çok afedersiniz anıra anıra gülmek, kıs kıs gülmek, ay tüh yazıık ayağı çekip yandan gülmek, arkanı dönüp gülmek, yolunu değiştirip gülmek, başka bir şeye gülüyormuş gibi yapıp gülmek, düşen kişinin kim olduğuna bağlı olarak eğer açıktan gülmek çok ayıp olacaksa poponu kasıp, yüzünü morartıp içinden gülmek ve daha niceleri bulunmaktadır.

Şaşırtıcı bir biçimde, düşen insanın da çeşitli gülme şekilleri bulunmaktadır. Bunlardan en sevdiğim ve ergenken sıkça kullandığım "ahahahah ay ne komik lan aha dur siz gülmeden ben gülüp bitireyim" şeklindeki buram buram sahtekarlık kokulu olanı; sadece düştüğün yerden değil düştüğün içler acısı, utanç verici durumdan da bir an önce kurtulmaya çalışırken, etrafa kaçak bakışlar atarak "ehieh!" şeklinde çıkanı; "anam zaten düştük bari şirinliği elden bırakmayalım, ordan kurtatırız" amacıyla "aay acıdı birass parmağaaam hihihi" kikirdemesi suretiyle gerçekleşeni bulunmaktadır. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp yoluna devam edeni varsa o da kesin uzaylıdır!

Bizim burada konumuz düşen taraf. 
Şanlı tarihimde efsanevi düşüşlere vakıf olmuş biriyim bendeniz. Şu körpe(!) vücudumdaki yara izlerinin hepsi cepheden kalma. Daha öncesi de mevcut ama benim film tadında sahne sahne hatırladığım ilk düşüşüm 9 yaşımda gerçekleşti. Komşunun biri kapıyı çaldı, ben gidip düşen mandalını getirebilir miymişim!! Ya bi kere, bunu bizim kapıya gelip bana söyleyene kadar sen gidip alaydın ya bi zahmet!!! Ben tabii safım, ağzım var dilim yok, vur ensesine al lokmasını takılıyorum. Apartmanın, o da yetmez, lojmanın en melek kız çocuğu Oscarına oynuyorum yani boru mu?! "Tamam tiyze" deyip attım kendimi dışarı. Hava buz! Mevsim kış! Yer Ağrı! Apartmanın girişinde şu an sayısından emin olamadığım bir sürü buzlu basamak var. Seen daha ilk adımdaa tövbe yarebbim bi gök bi yer bi gök bi yer bi gök... ama nasıl ağır çekim zaman. Taa ki güm! Totoşum yere çakılana kadar! Sanırsın barda kavga çıkarıp, 3 yarma bodyguard tarafından dövülüp, barın arka kapısından atılmışım. (Ne biçim sanma be o?!) Neyse kalktım ayağa, etrafıma bakındım kimse yok. Oh! Sonra kahramanlık görevime geri dönüp, tahta mandalı karların arasından kurtardım, sahibine teslim ettim.

2. önemli düşüşüm, bir sene sonra yine Ağrı'da ama bu kez yaz vakti, lojmanın erkek çocuklarıyla bisiklet sürerken oldu. Tamamiyle geçici bir süreliğine normalin altına inmiş olan IQ'mun yan etkisiyle, dimdik bir tepecikten bisikletle inmece oynarken ağzımdaki dişlerden oluyordum. Yine aynı ağır çekim hareketler ama bu kez bildiğin havada taklalar atıyorum. Böyle tuhaf bir bilinçsizlik içinde huzur yaşıyorsun o anlarda. Taa ki güm! Ağzım bir kaya parçasına yapışana kadar! O günden bana yadigar, hep yanımda taşıdığım sol tarafı şiş bir alt dudak kaldı.

Gelelim 3.yee!(2 ile 3 arasında sıklıkla düştüğüm halde pek öyle kayda değer bir şey yok.) Yıl 2000, mevsim yaz, yer Didim'in Akbük beldesi, tatilde son günümüz. Arkadaşımla bisikletlere binip, köy pazarından domates almaya gideceğiz. Gidecektik... benim bisikletin frenleri bozuk olmasaydı. Evden yokuş aşağı inip, virajı alamayınca kendimi bisikletten atmamla, yerde 4 metre sürüklenişim ve duruşum arasında bana sorsan 1 saat falan var. O süre zarfında "genç yaşta sakat kalacam bari tekerlekli sandalyem havalı bi şey olsun" diye düşündüğüm bile oldu. Arkamdan gelen arkadaşım beni eve götürdü. Ne var ki, başımıza bir şey geldiğinde hislerini sinirlenerek dışa vuran canım babacığım, benim yeni imajımdan pek hoşnut görünmüyordu. Beni beldenin kliniğine götürdü.. ben, doktorun açılan çeneme dikiş atma teklifini reddedince babam daha da sinirlendi. Galiba doktor da sinirlenmiş olmalı ki, intikam alır gibi paketledi beni. Yani sargı değil bildiğin paket yaptı benden.. çeneme, ellerime, dizime. Öyle ki, ertesi gün İstanbul'a evimize döndüğümüzde, üstümden kamyon geçtiğini düşünen arkadaşlarım oldu. Demirel gıdısı yapmaya çalıştığım zamanlarda, çenemdeki yara hala farkedilebiliyor.

Efendim en sonuncusu, Kanada'ya geldiğim zamanlarda vuku buldu. Yıl 2009, mevsim yaz, yanımda erkek arkadaşım!!! O da yetmez, bir de o gün tanıştığım çocukluk arkadaşı!!! Yani düşüp bir daha hiç kalkmamayı dilediğim anlardan biri. Şehir merkezinde açık hava sergisi adresi arıyoruz, bu arada içinden geçmekte olduğumuz parktaki fıskiyeli havuz dikkatimi çekiyor. Gerizekalı sanki senin memleketinde hiç fıskiyeli havuz yoktu!!! Öyle hayranlıkla bakıyorum! Derken... yine yavaşladı her şey. Erkek arkadaşımla onun arkadaşı öndeler. O an düşündüğüm tek şey, "tamam hadi düşüyorum ama sessiz olmalıyım, çaktırmamalıyım, onlar farketmeden ayağa kalkmalıyım"dı. Nereye sessiz oluyosun o cüsseyle?! Kum torbası gibi düşüp kaldım beton zeminde. Üstüne istem dışı çıkardığım "aay allaaah hii" sesleri de cabası! Hemen yardımıma koştular sağolsunlar ama o an ters istikamete doğru koşup gözden kaybolsalardı, beni daha çok mutlu edebilirlerdi. Allahım nasıl bir utanç! Gidip kendimi o havuzun dibinde nefessiz bırakmak istiyorum!
Neyse az biraz vakit geçti.. konuyu kapatmaya, ilgiyi başka yöne dağıtmaya, "ben iyiyim yeea" mesajları vermeye çalışıyorum... aay bi baktım, dizimde kayısı büyüklüğünde bir şişlik, taytın altından büyüyünce portakal olacam ben diye bağırıyo! Tabii erkek arkadaşımın da bunu farketmesi çok zaman almadı. Bütün gün bi şeyim yok modunda dolaştıysam da ah sen ne çektiğimi bir de bana sor!

Şimdi farkettim bu büyük düşüşler 9 yılda bir tekrarlamış. Neyse yeea o zaman, 2018'e daha var! Hem ondan önce daha Marduk var!